2025 ABD ULUSAL GÜVENLİK STRATEJİ BELGESİNİN, AVRUPA BİRLİĞİ TÜRKİYE, BALKANLAR VE ORTA DOĞU ÜLKELERİ ÜZERİNDE OLUŞABİLECEK POLİTİK, SİYASAL, TOPLUMSAL VE STRATEJİK ETKİLERİNİN ANALİZİ
Yasutay SAĞDIÇ
Dış Politika ve Güvenlik Analisti
ÖZET
Bu analiz, National Security Strategy of the United States of America (NSS 2025) başlıklı ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin Avrupa Birliği, Orta Doğu ve Asya üzerinden Türkiye’ye olası etkilerini incelemektedir. Çalışma, NSS 2025’in yayımlanmasının ardından küresel sistemde ortaya çıkabilecek stratejik değişimleri, bu değişimlere Avrupa ve Orta Doğu’nun verebileceği muhtemel tepkileri ve Türkiye’nin erken dönemde alması gereken önlemler ile yoğunlaşması gereken stratejik öncelikleri değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Soğuk Savaş’ın başlangıcından bu yana yayımlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejileri incelendiğinde, NSS 2025’in önceki belgelerden belirgin biçimde ayrıştığı görülmektedir. 1987’den itibaren yayımlanan yaklaşık yirmi strateji belgesi, genel olarak ABD’nin küresel liderliğini ve hegemonik rolünü sürdürmeye yönelik bir çerçeve sunarken, NSS 2025 bu yaklaşımın sürdürülebilirliğine dair kapsamlı bir yeniden değerlendirme içermektedir. Belgede, Soğuk Savaş sonrası dönemde uygulanan politikaların, özellikle Asya ülkeleriyle ekonomik ve teknolojik rekabet bağlamında beklenen sonuçları üretmediği ve bu durumun önemli maliyetler doğurduğu kabul edilmektedir. ABD’nin geleneksel stratejik odağının uzun yıllar Orta Doğu ve Körfez bölgesi üzerinde yoğunlaştığı, enerji güvenliği ve bölgesel denge arayışlarının bu politikaların temel belirleyicileri olduğu bilinmektedir. Ancak bu yaklaşımın, uzun vadede bölgesel istikrarsızlığı derinleştirdiği ve ABD açısından yüksek maliyetler ürettiği değerlendirilmektedir. NSS 2025, bu deneyimlerden hareketle geçmiş dönem uygulamalarından mümkün olduğunca uzaklaşılması gerektiğini ve daha seçici, önceliklendirilmiş bir stratejik yönelimin benimsenmesini savunmaktadır.
Günümüzde NATO ve Avrupa Birliği ile sürdürülen güvenlik ilişkilerinin ABD açısından ekonomik, askeri ve siyasi maliyetlerinin arttığı, bu durumun özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında daha görünür hale geldiği anlaşılmaktadır. ABD’nin uzun yıllar boyunca ulusal çıkarlarının ötesine geçen küresel sorumluluklar üstlenmesi, kaynak kullanımında sürdürülebilirlik sorunlarını beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede Çin’in küresel ekonomi içindeki ağırlığının artması ve Asya’nın stratejik öneminin yükselmesi, ABD’nin mevcut dış politika yaklaşımını yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmıştır. Belgede, aşırı küreselleşme sürecinin ulus devletlerin karar alma kapasitesini ve toplumsal bütünlüğünü zayıflattığına yönelik değerlendirmeler öne çıkmaktadır. ABD’nin, bu süreçte ittifaklarına yönelik hami devlet rolünü gereğinden fazla üstlendiği ve bunun stratejik maliyetler doğurduğu vurgulanmaktadır. NSS 2025, ABD’nin izleyeceği yolu teknik ayrıntılarıyla netleştirmese de rızaya dayalı, mutlak egemenlik kapasitesini koruyan ve dış desteğe bağımlılığı azaltılmış ulus devletlerden oluşan bir ittifak yapısının tercih edildiğine işaret etmektedir. Bu stratejik yönelim, Avrupa Birliği açısından uyum ve güvenlik sorunları doğurabilecek bir sürece işaret ederken, Türkiye ve Orta Doğu açısından yeni fırsat alanları barındıran bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’nin jeopolitik konumu, tarihsel birikimi ve çok yönlü dış politika kapasitesi, NSS 2025’in ortaya koyduğu yeni uluslararası ortamda daha geniş bir eylem alanı oluşturma potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda belge, Türkiye için hem riskler hem de stratejik fırsatlar içeren yeni bir döneme işaret etmektedir.
1. ABD, ABD İLE YÜZLEŞİYOR
“Her ülke, bölge, konu veya dava ne kadar değerli olursa olsun, Amerikan stratejisinin odak noktası olamaz. Dış politikanın amacı temel ulusal çıkarların korunmasıdır; bu stratejinin tek odak noktası budur.” (NSS 2025)
Soğuk Savaş’ın 1947’de başlamasıyla birlikte Truman Doktrini yayımlanmış, bu doktrin Türkiye ve Yunanistan’a bölgede komünizmin ilerlemesini önlemek amacıyla ekonomik, askeri ve stratejik destek sağlamak üzere planlanmıştır. Aynı dönemde Marshall Yardımı ile 2. Dünya Savaşı’ndan büyük ölçüde zarar gören Avrupa’nın yeniden kalkındırılması hedeflenmiş, SSCB’ye karşı Avrupa’nın kuzeyinden Asya sınırına kadar uzanan bir güvenlik hattı oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak ABD, Sovyet tehdidi doğrudan bir güvenlik riski haline gelene kadar bu ölçekte bir dış politika ve güvenlik anlayışına sahip değildi. Bu süreçle birlikte ABD’nin kaynakları Soğuk Savaş ekseninde Avrupa’ya ve özellikle Türkiye’ye yönlendirilmiş, ABD dış politikası ve güvenlik anlayışı temelden değişerek SSCB’ye karşı çevreleme politikası üzerine inşa edilmiştir. 1974 petrol kriziyle birlikte ABD, Orta Doğu kaynaklı enerji arzında ciddi kırılganlıklar yaşamış ve bu dönem ABD ekonomisi açısından önemli bir sarsıntıya işaret etmiştir. Bu gelişmeler sonrasında küresel ekonomik sistemde dalgalanmalar artmış, para politikaları ve finansal istikrar alanında yeni sorunlar ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği cephesinde ise 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan çözülme süreci, kısa süre içerisinde sistemin tamamen dağılmasıyla sonuçlanmıştır.
ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesini takip eden dönemde elde ettiği bu stratejik üstünlüğün ardından, liberal ekonomik düzeni küresel ölçekte yaymayı hedeflemiş; demokrasi ve insan hakları temelli söylemlerle desteklenen geniş çaplı bir ideolojik yönelim benimsemiştir. Bu yaklaşım, ulus devletlerin mutlak egemenliğe dayalı, kalkınmacı ve üretim odaklı yapılarıyla zaman zaman çelişmiş; özellikle Orta Doğu coğrafyasında yeni güvenlik ve müdahale stratejilerinin geliştirilmesine zemin hazırlamıştır. 11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan ve Irak müdahaleleriyle birlikte ABD, başta ekonomik ve askeri alanlar olmak üzere siyasi, sosyal ve kültürel boyutları da içeren kapsamlı dönüşüm projelerini hayata geçirmiştir. Bu süreçte, politik çıkarlar doğrultusunda ittifaklara önemli miktarda kaynak aktarılmıştır.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Asya ülkeleri, özellikle ekonomik ve üretim kapasitesi açısından istikrarlı bir şekilde güçlenmiştir. ABD ise uzun süre yüksek maliyetli ve geniş kapsamlı politikaların etkisi altında kalarak hem zaman hem de kaynak kaybı yaşamıştır. NSS 2025 belgesi, bu sürecin bir muhasebesini yapmakta ve geçmiş dönem stratejilerinin doğurduğu sonuçları yeniden değerlendirmektedir. Belgede, Asya’ya karşı zaman kazanma amacıyla, ulus devletlerin kapasitesini güçlendirmeye dayalı, rızaya dayalı ve daha dengeli ittifak yapılarının teşvik edilmesi gerektiği yönünde bir yaklaşım öne çıkmaktadır.
Bu çerçevede ABD, 1947’den itibaren sürdürdüğü geniş kapsamlı destekleme ve yönlendirme politikalarını yeniden tanımlamakta; yeni strateji belgesiyle birlikte ittifak kurduğu ülkeler açısından “eylem özgürlüğü” ilkesinin önünün açılacağına dair güçlü sinyaller vermektedir. Yeni dönemin genel hatları, detaylardan bağımsız olarak değerlendirildiğinde, Asya merkezli güç dengelerine karşı zaman kazanmayı, ittifakların siyasal ve politik bağımlılık düzeylerini azaltmayı ve başta ekonomi olmak üzere çok yönlü kapasiteye sahip güçlü ulus devletlerden oluşan bir ittifak yapısı oluşturmayı hedefleyen bir stratejik yönelime işaret etmektedir.
2. ULUS DEVLETLERİNİN GELECEK DÖNEMDEKİ YERİ
Yeni dönemin öne çıkan başlıklarından biri “kitlesel göçün engellenmesi” meselesidir. Son yıllarda hız kazanan bu göç dalgası, aşırı küreselleşme ve kontrolsüz kaynak kullanımıyla birlikte uluslararası sistemi derinden etkilemiştir. Özellikle son on yılda artan göç hareketlerinin yol açtığı karma nüfus yapısı, Avrupa genelinde ve özellikle Doğu Avrupa’da olduğu gibi, dünyada bu süreçten en fazla etkilenen ülkelerden biri olan Türkiye’de de ulus kimliğinin zayıflamasına ve kültürel hafızanın aşınmasına neden olmuştur. Göç eden nüfusun büyük bölümünü, etnik kimliklerinden bağımsız olarak, savaş ortamına sürüklenen ve zorla yerinden edilen toplumların oluşturması dikkat çekicidir, bu kitlenin önemli bir kısmının Müslüman toplumlardan gelmesi ise bölgesel çatışma alanlarının niteliğiyle doğrudan ilişkilidir.
Bu süreçte, Orta Doğu ve çevre bölgelerde yürütülen müdahaleci politikaların, Avrupa’ya yönelen göç baskısını artıran unsurlardan biri haline geldiği görülmektedir. Göçün yol açtığı kimlik, güvenlik ve toplumsal uyum sorunları derinleştikçe, Avrupa ülkeleri bu krizi çoğunlukla iç siyasi tartışmalar ve kimlik temelli söylemler üzerinden ele almış, yapısal nedenlere odaklanmakta yetersiz kalmıştır. Buna ek olarak Hindistan ve Çin’deki yüksek nüfus artışı, küresel ölçekte hareketliliği artırmış, bu nüfus akışları ağırlıklı olarak gelişmiş ve gelişmekte olan, kaynak yoğunluğu yüksek ülkelere yönelmiştir. Bu gelişmeler, ulus devletlerin sınır kontrolü, toplumsal bütünlük ve kültürel yapılarının zedelenmesine yol açmıştır. ABD, NSS 2025 belgesinde Asya karşısında stratejik açıdan zorlanmasının temel nedenlerinden birini, yakın ittifak ilişkileri içinde bulunduğu Avrupa bloğunun iç yapısal sorunlarıyla ilişkilendirmektedir. Belgede, Avrupa’nın düzensiz göç hareketleri sonucunda toplumsal bütünlüğünün zayıfladığı, güvenlik, sosyal yapı, kültürel süreklilik ve aile kurumunun bu süreçten olumsuz etkilendiği değerlendirilmektedir. Bununla birlikte, savunma sanayi yatırımları ve stratejik karar alma mekanizmalarında ulusal reflekslerin zayıflaması, birçok alanda sorumluluğun NATO çerçevesinde ABD’ye devredilmesine neden olmuştur.
Avrupa’nın bu dönüşümü yeterince erken okuyamaması, değişen küresel dengeler karşısında hem kendi kapasitesini hem de ABD üzerindeki yükü artırmıştır. Her ne kadar bu durum Avrupa kamuoyunda ve karar alma çevrelerinde açık biçimde dile getirilmese de Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House bünyesinde yapılan değerlendirmelerde, NSS 2025 belgesinin Avrupa açısından ortaya koyduğu yapısal sorunların göz ardı edilemeyeceği kabul edilmektedir. Bununla birlikte, belgenin uzun vadeli bir devlet stratejisinden ziyade dönemsel siyasi tercihlerle ilişkilendirilmesi, Avrupa’nın kendi sorumluluk alanlarını ertelemesine yol açmaktadır. ABD ise NSS 2025 belgesinde, Avrupa’nın eski stratejik gücüne kavuşmasının ancak ulus kimliğini yeniden güçlendirmesiyle mümkün olabileceğini vurgulamaktadır. Savunma sanayi yatırımlarının artırılması, askeri kapasitenin geliştirilmesi ve toplumsal düzeyde millî güvenlik algısının yeniden inşa edilmesi, bu sürecin temel unsurları olarak öne çıkmaktadır. Bu çerçevede belge, ulus devletlerin yalnızca güvenlik açısından değil, siyasal ve toplumsal istikrar bakımından da önümüzdeki dönemde merkezi bir rol üstleneceğine işaret etmektedir.
3. AVRUPA’DA ZORUNLU GÜVENLİK POLİTİKALARI
Avrupa Birliği, uzun bir aradan sonra güvenlik alanında ciddi bir belirsizlik ve kırılganlık süreciyle karşı karşıya kalmıştır. AB ülkeleri ekonomik kapasite ve toplumsal refah düzeyi açısından güçlü yapılar oluşturmalarına rağmen, 2. Dünya Savaşı’nın ardından askeri kapasitesini büyük ölçüde geri plana atmış, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle ulusal güvenlik ihtiyaçlarını ABD öncülüğündeki uluslararası örgütlere devretmiştir. Bu yapı, uzun yıllar boyunca Avrupa için işlevsel görünmüş olsa da ABD’nin bugüne kadar izlediği küresel stratejiden kademeli olarak uzaklaşma isteği, Avrupa’da derin bir güvenlik sorgulamasını beraberinde getirmiştir.
Rusya–Ukrayna Savaşı sırasında ortaya çıkan gelişmeler, Avrupa’nın bu bağımlı güvenlik ihtiyaçlarının sınırlarını açık biçimde göstermiştir. ABD’nin her koşulda ve her senaryoda Avrupa’nın güvenliğini tek başına üstlenemeyeceği gerçeği, AB açısından daha görünür hale gelmiştir. Olası bir yüksek yoğunluklu güvenlik krizinde, karar alma ve müdahale süreçlerinin uzaması, Avrupa açısından ciddi askeri, ekonomik ve toplumsal maliyetler doğurabilecek bir risk alanı oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu güvenlik tehdidi yalnızca Rusya ile sınırlı değildir. Küresel güç dengelerinde yaşanan değişim ve Asya merkezli güç yapılarını dikkate almayan bir Avrupa güvenlik yaklaşımı, stratejik açıdan eksik kalacaktır. ABD’nin yeni stratejik yönelimi, olası bir kriz senaryosunda Avrupa’nın yanında sınırsız askeri ve siyasi kapasiteyle yer alamayacağını ulusal çıkarlar temelinde önceliklendirme yapacağını açık biçimde ortaya koymaktadır. Her ne kadar ABD ve AB çıkarları birçok alanda örtüşüyor gibi görünse de günümüz jeopolitiğinde bu örtüşmenin mutlak ve koşulsuz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu şartlar altında Avrupa Birliği’nin yeni döneme hızlı ve sorunsuz bir şekilde uyum sağlaması zor görünmektedir. Güvenlik açığını kapatabilmek için dış destek arayışları kaçınılmaz hale gelmiştir. ABD’nin çeşitli düzeylerde Türkiye’yi işaret ederek Avrasya düşüncesinin kilit unsurlarından biri olarak öne çıkarması, bu bağlamda dikkat çekicidir. Avrupa başkentleri, özellikle Almanya, bu yaklaşıma temkinli yaklaşmakla birlikte, Asya merkezli güç dengelerini yeterli hazırlık yapılmadan erken dönemde dikkate almak zorunda kalmaktadır.
Almanya’nın savunma harcamalarını hızla artırması ve askeri kapasitesini güçlendirmeye yönelik adımlar atması, diğer AB ülkeleri açısından da yönlendirici bir örnek teşkil etmektedir. Ancak gayrisafi yurt içi hasıla içerisinden ayrılacak yüksek savunma payları, Avrupa’nın ekonomik gücünü ve refah düzeyini orta vadede baskılayabilecek sonuçlar doğuracaktır. Bu durum, toplumsal huzur ve siyasi istikrar üzerinde de yeni gerilim alanları yaratma potansiyeli taşımaktadır. Avrasya bağlamında kalıcı bir güvenlik mimarisinin inşa edilebilmesi, tek taraflı güç projeksiyonlarından ziyade karşılıklı dengelere ve barışa dayalı bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Küresel ölçekte savaşları kaldırabilecek bir dönemden geçilmediği açıktır ve Avrupa’nın bu gerçeği göz önünde bulundurarak güvenlik politikalarını yeniden şekillendirmesi gerekmektedir. Bu çerçevede, Almanya’nın tarihsel deneyimlerinin ve Avrupa’nın geçmişte yaşadığı büyük yıkımların, yeni güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında dikkate alınması gereken önemli bir referans noktası olduğu değerlendirilmektedir.
4. OLDUĞU GİBİ KABUL EDİYORUZ POLİTİKASI
“Amerika Birleşik Devletleri’nin rakipsiz ‘yumuşak gücünü sürdürmek istiyoruz; bu sayede dünya çapında çıkarlarımızı ilerleten olumlu bir etki yaratıyoruz. Bunu yaparken ülkemizin geçmişi ve bugünü konusunda pişmanlık duymazken, diğer ülkelerin farklı dinlerine, kültürlerine ve yönetim sistemlerine saygılı olacağız.” (NSS 2025)
Bağımsızlık Bildirgesi’nin temellerine dayanan bu yaklaşım, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşundan Soğuk Savaş dönemine kadar genel dış politika anlayışını şekillendirmiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın getirdiği güvenlik kaygıları, ABD’nin zamanla ilişki kurduğu ülkeleri daha merkeziyetçi ve yönlendirici bir çerçevede ele almasına yol açmıştır. Bu dönemde geliştirilen politikalar, bazı bölgelerde fiili gerçeklikten kopuk uygulamalara dönüşmüş, uzun vadede bu yaklaşım, beklenenin aksine ABD’nin küresel sistem içindeki etki kapasitesini zayıflatan sonuçlar üretmiştir.
ABD, ittifaklarını kendi politik öncelikleri doğrultusunda yönlendirebilmek amacıyla özellikle Orta Doğu ve Körfez ülkelerinde yönetim biçimleri, siyasal yapılar ve stratejik tercihler üzerinde çeşitli müdahalelerde bulunmuştur. Ancak bu müdahalelerin, sahadaki gelişmeleri tam anlamıyla kontrol edemediği ve süreçlerin çoğu zaman ABD’nin öngörülerinin dışında şekillendiği görülmüştür. Her müdahalenin karşıt yönde etkiler doğurması, bölgesel ölçekte otorite boşluklarının oluşmasına zemin hazırlamış, bu durum güvenlik ve ekonomik açıdan zayıflayan toplumlar ile bu boşluklardan faydalanan gruplar için elverişli bir ortam yaratmıştır. Ortaya çıkan bu yapı, ABD’nin rakip aktörleri tarafından desteklenen ve etki altına alınabilen unsurların güçlenmesine imkan tanımış, böylece benzer krizlerin ve istikrarsızlık döngülerinin tekrar etmesinin önünü açmıştır. Bu süreç, ABD açısından giderek kontrol edilmesi zor, maliyeti yüksek ve sürdürülebilirliği tartışmalı bir tablo ortaya koymuştur. NSS 2025 belgesi, söz konusu deneyimlerin bir değerlendirmesini yapmakta ve bu yaklaşımın doğurduğu sonuçları açık biçimde ortaya koymaktadır.
Yeni strateji belgesi, önceki müdahaleci ve dönüştürücü yaklaşımların aksine, ülkelerin dini, kültürel, siyasal ve yönetsel yapılarını olduğu gibi kabul eden bir ilişki modelini ön plana çıkarmaktadır. Bu çerçevede ABD, ekonomik destek ve siyasi yönlendirme yoluyla yönetimsel ve yapısal değişimleri zorlamaktan ziyade, mevcut yapılarla uyumlu, yerinde güçlendirmeye dayalı bir stratejiye yönelmeyi hedeflemektedir. Böylece doğrudan müdahale yerine, daha sınırlı, seçici ve maliyet odaklı bir angajman anlayışının benimsendiği görülmektedir.
4.2 OLDUĞU GİBİ KABUL EDİLEN ORTA DOĞU
Orta Doğu’nun tarihsel, toplumsal ve siyasal yapısı, dışarıdan dayatılan değişim ve dönüşüm projelerine karşı yüksek direnç göstermektedir. Devlet ve toplum yapılarının bu niteliği, bölgeyi dönüştürmeye yönelik politikaları ABD açısından hem karmaşık hem de yüksek maliyetli hale getirmiştir. Bu durum, özellikle son yirmi yıllık müdahaleci deneyimler sonrasında daha görünür hale gelmiştir.
İsrail’in bölge güvenliği ve sınırları bağlamında izlediği politikalar, Orta Doğu’daki çatışma dinamiklerinin önemli unsurlarından biri olarak öne çıkmaktadır. İsrail’in askeri operasyonları, işgal uygulamaları ve komşu ülkelere yönelik güvenlik gerekçeli müdahaleleri, uluslararası hukuk ve egemenlik ilkeleri bağlamında yoğun tartışmalara konu olmuş, bölge halkları nezdinde derin toplumsal ve siyasal tepkilere yol açmıştır.
İsrail’in ABD iç siyasetinde etkili olan lobi faaliyetleri, Washington’un Orta Doğu politikalarında İsrail merkezli güvenlik önceliklerinin belirginleşmesine neden olmuş, bu durum ABD’nin bölgesel manevra alanını oldukça daraltmıştır. ABD’nin enerji güvenliği, İsrail’in güvenliği ve İran’ın nükleer programı gibi başlıklar etrafında şekillenen Orta Doğu politikaları, uzun vadede bölgenin barış, istikrar ve ekonomik düzeninin zayıflamasında etkili olmuştur. Bu süreç, ABD açısından hem siyasi hem de askeri anlamda sürdürülebilirliği tartışmalı bir tablo ortaya koymuştur. Günümüzde Irak, Afganistan, Ürdün ve Mısır gibi belirli ülkeler dışında ABD’nin bölge genelindeki doğrudan etki kapasitesinin geçmiş dönemlere kıyasla azaldığı görülmektedir.
Bu bağlamda ABD, son dönemde Orta Doğu’da doğrudan müdahaleci rol üstlenmek yerine, NATO çerçevesinde güvenilir müttefikler üzerinden dengeleyici bir yaklaşım geliştirmeye yönelmiştir. Türkiye’nin askeri kapasitesi, diplomatik etkinliği ve bölgesel meşruiyeti, bu stratejide öne çıkan unsurlar arasında yer almaktadır. Türkiye’nin, Suriye özelinde yürüttüğü politikalar; ülkenin tarihsel, kültürel ve toplumsal dokusunu gözeterek, toprak bütünlüğünü korumayı esas alan bir yaklaşım üzerine inşa edilmiştir. Bu süreçte Türkiye, sahada ve masada eş zamanlı hareket edebilen nadir aktörlerden biri olarak öne çıkmıştır. İsrail’in uluslararası hukuk ihlalleri, sivil kayıplar ve genişleyen askeri operasyonlar, Orta Doğu’da kalıcı barışın önündeki en önemli yapısal sorun alanlarından biri olmaya devam etmektedir. Bu durum, bölgesel istikrarsızlığın yalnızca tek bir faktöre indirgenemeyeceği gerçeğini değiştirmemekle birlikte, İsrail merkezli güvenlik politikalarının barış sürecini zorlaştıran ana unsurlardan biri olduğunu göstermektedir.
5. YENİ DÖNEMDE ULUSAL ÇIKARLARI GÜÇLÜ TÜRKİYE
Türkiye Cumhuriyeti, ilan edilmesinden bugüne kadar geçen süreçte, çeşitli iç ve dış sınamalara rağmen ulus devlet yapısını korumayı büyük ölçüde başarmıştır. Etnik kimliklerin çeşitliliği, Osmanlı’dan devralınan tarihsel bir miras olarak Türkiye’nin toplumsal dokusunun parçası olmuş, bu çeşitlilik ulus devletin alternatifi değil, ulusal hafızanın bir unsuru olarak şekillenmiştir. Coğrafi olarak uzun yıllar bu topraklarda yaşamış toplumlar, Roma İmparatorluğu döneminin ardından Türk devletleriyle siyasal ve toplumsal temas kurmuş, bu süreç zaman içinde ortak bir tarihsel hafızanın oluşmasına katkı sağlamıştır. Bu durum, ulus olgusunun yalnızca modern dönemin ürünü değil, tarihsel süreklilik taşıyan bir yapı olduğunu göstermektedir. 19. yy sonrasında ulus kavramının uluslararası sistemde meşru bir yönetim biçimi olarak kabul görmesiyle birlikte, anayasal temellere dayanan ulus devletler ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, ulus olamayan ve devlet kurma kapasitesine sahip olmayan silahlı ya da isyancı yapıların, etnik kimliklerle özdeşleştirilmemesi ve bu doğrultuda bütüncül değerlendirmelerle bir tutulmaması büyük önem taşımaktadır.
Türkiye, güçlü bir ulus devlet yapısını uzun vadede muhafaza edebilmiştir. Ancak 1980’li yıllardan itibaren, küreselleşme sürecinin hız kazanması ve liberal ekonomi politikalarının NATO çerçevesinde ittifak ülkelerinin toplumsal yapılarına yansımasıyla birlikte, Türkiye de bu dönüşümden etkilenmiştir. Bu dönemde, Marksist-komünist ideolojik arka plana sahip ve sözde etnik bölünme talepleriyle ortaya çıkan hareketler, ulus-devlet yapısını hedef alan bir güvenlik sorunu haline gelmiştir. PKK terör örgütünün kurulması ve yürüttüğü silahlı faaliyetler, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve ulusal egemenliğini hedef alan bu sürecin somut yansıması olmuştur. Türkiye sınırları dışında YPG yapılanmasının ortaya çıkması, bir yandan Türkiye’de PKK’ya yönelik alanın daraltılmasının sonucu olarak şekillenmiş, diğer yandan Suriye’de yaşanan istikrarsızlık ortamının uluslararası aktörler tarafından farklı stratejik hesaplarla değerlendirilmesiyle bağlantılı hale gelmiştir. Bu tablo, Türkiye’nin sınır ötesi güvenlik politikalarını zorunlu kılmış ve ülkenin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendiren yeni bir güvenlik denklemine işaret etmiştir.
Yeni dönemde küresel sistemde ulusçuluk ve milli egemenlik vurgusunun yeniden güç kazanması, Türkiye açısından önemli bir avantaj alanı oluşturmaktadır. Türkiye, tarihsel birikimi, kurumsal kapasitesi ve toplumsal yapısıyla bu dönüşüme uyum sağlayabilecek güçlü bir altyapıya sahiptir. ABD’nin yayımladığı NSS 2025 belgesi, Türkiye açısından bu sürecin daha geniş bir eylem alanı yaratabileceğine işaret etmektedir. Türkiye’nin, bölgesel düzeyde ulusal çıkarlarını koruyabilmek için diplomatik, askeri ve siyasi araçlarını çok boyutlu bir strateji çerçevesinde kullanması bu dönemde belirleyici olacaktır.
Üretilecek dış politikaların etkinliği, içerde korunabilen ulus kimliği ve toplumsal bütünlükle doğrudan ilişkilidir. Son dönemde ülke içinde oluşan güvenlik tehditlerinin sınır dışına itilmesi yönünde atılan adımların belirli sonuçlar üretmiş olması, bu yaklaşımın önemini ortaya koymaktadır. Özellikle Suriye politikası bağlamında ve genel dış tehditler karşısında, SDG/YPG gibi yakın ve bölücü unsurların Türkiye’nin ulusal çıkarlarıyla ve büyük güçlerin bölgesel stratejileriyle çakışmamasını sağlayacak dengeli bir politika izlenmesi gerekmektedir. Türkiye’nin, bu çerçevede bölge üzerindeki etkinliğini istikrarlı ve kontrollü biçimde sürdürmesi, yeni dönemin temel stratejik önceliklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. İstikrarlı bir Suriye ve güvenli bir Türkiye hedefi, bu yaklaşımın temel dayanak noktasını oluşturmaktadır.
7. BALKANLARDA OLUŞAN STRATEJİK BOŞLUK TÜRKİYE İÇİN İSE TARİHSEL FIRSAT
ABD’nin NSS 2025 belgesiyle birlikte Avrupa Birliği’nin güvenlik oluşumunda yaşanan kırılma, kıtanın önceliklerini zorunlu olarak yeniden tanımlamasına yol açmıştır. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın devam eden etkileri ve olası daha geniş ölçekli güvenlik senaryoları, Avrupa’yı doğrudan kendi merkezine yönelen tehditlere odaklanmaya zorlamaktadır. Bu süreçte Avrupa Birliği, askeri, siyasi ve ekonomik kapasitesini ağırlıklı olarak doğu cephesine ve kendi iç güvenlik alanlarına yönlendirmekte, çevre bölgeler, özellikle Balkanlar, stratejik öncelikler listesinin alt sıralarına itilmektedir.
Balkanlar tarihsel olarak Avrupa güvenlik algısında tampon bölgesi olmuş, ancak hiçbir dönemde tam anlamıyla istikrara kavuşmamıştır. Etnik fay hatları, zayıf devlet yapıları, dış müdahaleye açık siyasi sistemler ve ekonomik kırılganlıklar bölgeyi sürekli olarak kontrol edilmesi gereken bir alan haline getirmiştir. Avrupa Birliği, bugüne kadar Balkanlar üzerindeki etkisini üyelik perspektifi, ekonomik yardımlar ve normatif baskılar aracılığıyla sürdürmüştür. Ancak mevcut güvenlik telaşı ve askeri öncelik değişimi, bu mekanizmaların etkisini ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Bu durum, Balkanlar’da stratejik bir boşluk yaratmaktadır. Avrupa’nın askeri ve siyasi enerjisini doğrudan tehdit algıladığı alanlara yöneltmesi, Balkanlar’ın yeniden ikinci plana düşmesine yol açmaktadır. Tarihsel deneyimler göstermektedir ki Balkanlar’da oluşan her güç boşluğu, kısa sürede başka aktörler tarafından doldurulmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin pasif kalması, bölgenin farklı güç merkezlerinin rekabet alanına dönüşmesi riskini beraberinde getirecektir.
Türkiye açısından Balkanlar yalnızca coğrafi bir çevre bölge değil, tarihsel, kültürel, demografik ve stratejik bağlarla doğrudan ilişkili bir etki alanıdır. Bölgedeki Türk ve Müslüman topluluklar, Osmanlı’dan devralınan tarihsel hafıza ve Türkiye’ye yönelik güçlü toplumsal aidiyet, Ankara’ya diğer aktörlerin sahip olmadığı bir meşruiyet zemini sunmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin Balkanlar’da kuracağı etkinin dışsal bir müdahale değil, doğal ve tarihsel bir devamlılık olarak algılanmasını mümkün kılmaktadır. Avrupa’nın mevcut savaş psikolojisi ve güvenlik odaklı içe kapanma süreci, Türkiye için Balkanlar’da kontrollü ve çok boyutlu bir hakimiyet inşası fırsatı yaratmaktadır. Bu hakimiyet yalnızca askeri bir varlıkla sınırlı değildir, diplomatik nüfuz, ekonomik entegrasyon, savunma iş birlikleri, kültürel bağların kurumsallaştırılması yoluyla tesis edilmelidir. Türkiye’nin NATO üyeliği ve bölgedeki güvenlik deneyimi, bu süreci uluslararası meşruiyet açısından da destekleyici bir zemin sunmaktadır.
Bu noktada karar alıcılar için temel çıkarım açıktır, Balkanlar’da oluşan bu boşluk geçicidir ve hızlı hareket etmeyen aktörler için kalıcı fırsat kaybına dönüşecektir. Türkiye, Avrupa’nın dikkatinin başka yöne çevrildiği bu dönemde, Balkanlar’da istikrar sağlayıcı, düzen kurucu ve yönlendirici bir aktör olarak konumlanmalıdır. Bu yaklaşım, Türkiye’nin yalnızca bölgesel etki alanını genişletmekle kalmayacak, aynı zamanda Avrupa güvenliği açısından vazgeçilmez bir aktör haline gelmesini de sağlayacaktır.
Avrupa’nın savaş telaşı Balkanlar’ı boşluğa sürüklerken, Türkiye için tarihsel ve stratejik bir fırsat penceresi açmaktadır. Bu pencere, edilgen bir bekleme politikasıyla değil, bilinçli, planlı ve ulusal çıkar merkezli bir stratejiyle değerlendirildiği takdirde, Balkanlar’da Türk etkisinin kalıcı ve belirleyici bir hakimiyet alanına dönüşmesini mümkün kılacaktır. Bu süreç, Türkiye’nin yeni uluslararası sistemde yalnızca dengeleyici değil, oyun kurucu bir güç olarak konumlanmasının anahtarıdır.
6. YENİ BELGE KABUL GÖRECEK Mİ? STRATEJİ HAYATA GEÇEBİLECEK Mİ?
ABD’nin 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi, Amerikan dış politikasında uzun süredir hakim olan geleneksel yaklaşımın dışına çıkan bir belge olarak öne çıkmaktadır. Bu strateji belgesi, ABD’nin küresel liderliğini ittifaklar, uluslararası örgütler ve ortak değerler üzerinden sürdürmesi gerektiği yönündeki geleneksel anlayışı geri plana itilmektedir. Bunun yerine, daha dar, içe dönük ve kısa vadeli çıkarları önceleyen bir ulusal güvenlik anlayışı benimsenmektedir. Bu yaklaşım, özellikle geleneksel dış politika elitleri açısından ciddi sorun olarak ele alınacaktır. NSS 2025’in en dikkat çekici sorunlarından biri, ABD’nin müttefiklik ilişkilerine verdiği önemin azalmasıdır. NATO, Avrupa Birliği ve diğer çok taraflı güvenlik mekanizmaları belgede önceki stratejilere kıyasla daha zayıf bir konumda yer almaktadır. Bu durum, ABD’nin müttefikleri nezdinde güven kaybına yol açma potansiyeli taşımaktadır. Uzun vadede bu yaklaşım, ABD’nin küresel sistem içindeki liderliğini zayıflatabilecek ve stratejik yalnızlaşma riskini artırabilecektir. Belgenin bir diğer eleştirilen yönü, kullanılan dilin ve yaklaşımın ideolojik ağırlıklı olmasıdır. NSS 2025, teknik ve kurumsal bir güvenlik belgesinden çok, iç politikaya dönük, siyasi bir metin formundadır. Bu durum, stratejinin uygulanabilirliği ve sürekliliği konusunda sorunlar ve belirsizlikler yaratmaktadır. Akademik çevreler ve güvenlik bürokrasisi açısından belge, uzun vadeli bir yol haritası sunmaktan ziyade, dönemsel siyasal tercihlerin yansıması olarak değerlendirilmektedir.
7. DEĞERLENDİRME
Küreselleşme sürecinin oluşturduğu yapısal tahribatın kısa vadede ortadan kaldırılması mümkün görünmemektedir. Ancak bu kırılma süreci, pasif kalan devletler için risk üretirken, hazırlıklı ve kararlı aktörler için açık bir güç kazanım alanı oluşturmaktadır. Türkiye, bu aktörler arasında yer almak zorundadır. ABD’nin 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi ile birlikte ortaya çıkan öncelik daralması, ittifaklara tanınan “eylem özgürlüğü” ve ulus-devlet vurgusu, Türkiye’nin bekleme lüksünün kalmadığını açıkça göstermektedir. Yeni strateji belgesi, ABD’nin çevre bölgelerde doğrudan sorumluluk almaktan çekildiğini, Avrupa’nın ise güvenlik kaygıları nedeniyle kendi içine kapandığını ortaya koymaktadır. Bu durum Orta Doğu, Balkanlar ve yakın çevrede kontrolsüz boşluklar yaratmaktadır. Tarihsel tecrübe, bu tür boşlukların kendiliğinden istikrar üretmediğini; aksine geç kalındığında Türkiye aleyhine sonuçlar doğurduğunu göstermiştir. Dolayısıyla bu alanların başkaları tarafından doldurulması beklenmemeli, Türkiye tarafından yönlendirilmesi gerekmektedir.
Bu dönemde yumuşak güç, bir tercih değil zorunluluk haline gelmiştir. Diplomasi, ekonomik etki, savunma iş birlikleri ve kültürel bağlar üzerinden kurulacak nüfuz alanları, Türkiye’nin askeri müdahaleye ihtiyaç duymadan bölgesel hâkimiyet tesis
edebilmesinin temel aracıdır. Ancak bu araçların etkili olabilmesi, kararlı ve bütüncül bir devlet aklıyla kullanılması şartına bağlıdır. Ulus ve millet kavramlarının çözülmesine izin veren hiçbir politika, dışarıda kalıcı güç üretemez. İçeride korunamayan ulusal bütünlük, dış politikada eylem özgürlüğünü doğrudan sınırlar. Bu nedenle güvenlik, kimlik, ekonomi ve dış politika alanlarının birbirinden bağımsız ele alınması yeni dönemin gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Türkiye, bu alanları birlikte yönetecek kapasiteye sahiptir; mesele bu kapasitenin ne kadar gecikmeden devreye sokulacağıdır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin jeopolitik önemi artmaktadır; ancak bu artış kendiliğinden bir kazanım değildir. NSS 2025’in ortaya koyduğu stratejik ortam, doğru okunmadığı ve zamanında değerlendirilmediği takdirde, Türkiye açısından kaçırılmış bir fırsata dönüşecektir. Yeni dönemde başarı, temkinli bekleyişle değil; inisiyatif alan, yön veren ve ulusal çıkarlarını sahada ve masada birlikte savunan bir stratejiyle mümkün olacaktır. Gecikme, bu alanın başka aktörler tarafından doldurulması anlamına gelecektir.
----------------------------------------------------------------
Kaynakça ;
The White House, National Security Strategy of the United States of America (NSS 2025), 2025.
RAND Corporation, U.S. GER Special Session: Reading the Trump Administration's National Security Strategy, 2025.
NATO, NATO Strategic Concept, 2022.
RAND Corporation, U.S. Strategy in the Middle East After Iraq and Afghanistan, 2021.
Chatham House (The Royal Institute of International Affairs). “Trump’s New National Security Strategy: Cut deals, hammer Europe, and tread gently around autocrats.” 9 Dec. 2025. https://www.chathamhouse.org/2025/12/trumps-new-national-security-strategy-cut-deals-hammer-europe-and-tread-gently-around
-------------------------------------
Bu yayının tüm hakları Avrasya Bir Vakfı’na aittir.
Avrasya Bir Vakfı’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama vd.) yollarla basımı, yayımı, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir.
Bu analizdeki fikirler tamamen yazarına aittir.